24 Eylül 2010 Cuma

3-0

Dönüştüğümü sanmayın, ben hala uçuşuyorum...

ben dönüşmüyorum dünya değişiyor sadece...dünya da dönüşüyor sanmayın, sadece değişiyor...hani biz 18 yaşındayken 30 yaşında bir kadın "evet" gerçekten kadındı ya, çoluğu çocuğu vardı hani... öyle"deli kız" filan değildi moda tabirimizle.. hoppa zıppa bir tip de değildi 30'du.Kadındı.

Yaşım 30 öyle mi... ya kafam? Kafam giremiyor 30'a.Kafam hep çok karışık benim..daha aklı başında düşünmek gerekiyor artık değil mi, kenara 3-5 kuruş para atmak, tanışılan erkeklere farklı gözle bakmak, çocuk yapmak filan lazım...Ama diyorum ya kafam girmedi daha 30'a..yaşım girdi..bir anlam yüklemeyi düşünmedim aslında ben bu 30'a..bana sadece "al iyi bok yedin hayatın karşısında 3-0 yeniksin" dedirtiyor.."30 ulan" dedirtiyor..akıllan dedirtiyor..

30'la alakası var mı bilmem, öyle bir başkalaşıyor insan, daha bir dalga geçmek mi dersin kendinle, koyver gitsin saldım çayıra mı dersin...hayatı salıyor, insanları postalıyor, kendine sarıyor insan 30'a geldiğinde..hep bir kaçma telaşı ve kaçırma... hayatı kaçırmak hissi geliyor mu size de? Oturup kariyer hedefi mi yapıyorsunuz yoksa? ne şanslısınız.

Gidilecek daha çok yer, tanınması gereken daha çok hayat, okunması gereken tonla kitap, izlenmesi gereken yığınla film..uğranması gereken festivaller...iyi de bulunması gereken bir koca e bir de çocuk oluyor aklın unutulmuş bir kenarında. ve bu -mesi ması durumları benim gibi zora gelemeyen bünyeleri fena halde sıkıntıya düşürüyor..

ah sevgili 30..ah yeni sevgilim 30.. bir gün karşılaşacağımızı hiç düşünmezdim, uzak bir hayaldin bana...kendimi senin içinde düşünürken farklı konumlandırırdım, oysaki 23 yaşımdaki halimden çok da farklı değilim şimdi...güzel 30, güzel diyeyim ki güzel ol değil mi, sen neler düşünüyorsun benim için, mutlu musun bu yılı birlikte geçireceğimiz için örneğin? Benimle hayat zor güzel 30...kendime zorum bilmezsin sen. Zorum kendime. Kolayım da hep salak heriflere...

Her 30 uğraşmaz kendisiyle benim kendimi bitirene kadar uğraştığım kadar uğraşmaz...ben biterim... yeniden doğarım küllerimden, sığmaz içim içime, hem hüzünden hem mutluluktan...30 olmakla alakası yok ben buyum böyleyim...Ama işte 30'dan mı bilmem ama öyle kıpır kıpır olmuyor artık içim, karnımda kelebek cesetleri toplu mezar, yaptığımda en mutlu olduğum şeyleri yapınca sevindirik olmuyorum artık, bir huzur mu dersiniz, dinginlik mi, mutlak mutsuzluk mu, yoksa yaşlanmak mı...öyle bir aşk şarkısına kaptırıp melankolizmin dibine vuramıyorum artık... Gençler dansederken sandalyesinden alkışla tempo tutan düğün teyzelerinin ruh halinden pek farkım kalmadı açıkçacı..Ama öğrendim birkaç detayı sonunda, maddeler yaptım kendime, zamandır herşeyin ilacı biliyorum bunu artık. Olanda ve olmayanda vardır bir hayır eninde sonunda diyebiliyorum artık şükür.. En kötü tarafı şu belki değil mi..her şeye rağmen ha deyince karar alıp basıp gidemezsin ama artık işte 30'da, o deli cesaretin kaldı 20'li yaşların başlarında, daha bir 3.5 atar o popo, hareketler daha kontrol altında öyle değil mi,kahretsin. Ah nerede benim ilk gençliğim...hani benim gençliğim anne?

supergirl değilim örneğin artık, her bişey olamayacağımı da anladım. Tek bir şey olmanın da yetebileceğini anladım, olmak istediğim de olamadım zaten. Kapasiteden filan vazgeçtim, tırmalamaktan da... aşktan da...ama gördüğünüz gibi hep Şebnemim ben... 30 filan değilim sadece Şebnemim...

Herkese teşekkürler...her acımda sildiniz gözümün yaşını, hastalığımda çorbamı yaptınız, bulunamayan ilacı bulup getirdiniz... paniklediğimde krizlerimi dindirdiniz, aşk acısı yaşadım, sırayla aradım, geldiniz yatırdık adamı masaya,neden ağlıyorsun diye sordunuz "varoluşuma" dedim...başarımı da siz kutladınız... başarısızlığımda sen aslansın, yaparsın, güçlüsün aşacaksın dediniz..beni kendime çok getirdiniz,sizinle şebnem oldum işte! hayatınızın en hassas en duygusal arızası..bu kadeh sizlerin şerefine...

eski aşklarım...sizinle büyüdüm, sizinle olgunlaştım, hepiniz "bir"siniz içimde.. şerefsizlikse hepiniz, iyilikse yine hepiniz. (İyi olsanız eski olmazdınız hem)Dönüşümse; evet ulan sizinle dönüştüm, hiçbirinizden bir bok olmayacağını da anladığım günlerde içimde filozoflar bile büyüdü. Teşekkürler sayenizde erken olgunlaştım...öldürmeyen acı güçlendirdi, işte işteee burdayım, ayaktayım. Gittiniz, gittim, hiçbirinizi kendime eklemedim...bu kadeh de sizin şerefinize...

Anneciğim, güzel annem..varlığın, varlığıma armağan...herşeyi bilirim diye geçindim, son telefonda hep seni aradım, hep sana sordum canımı yakanı da, pilava koyacağım suyu da, elbisemin rengini de...seni çok seviyorum...en büyük teşekkür sana...

Babacığım..ben senin güzel kızın...ben senin canın kızın...ben senin hep özlediğin...30 filan sana hikaye..küçük kızınım hala, seni çok seviyorum!

Hello 30, iyiki doğdum! :)))

21 Nisan 2010 Çarşamba

başkalaşım..

nasıl da başkalaşıyor insanlar, nasıl da kaybediyor insan severken...özlerken..görmek istediğimiz gibi görüyoruz ama gömme şeklimiz mecburiyetten oluyor. Biz seçemiyoruz o şekli..biri geliyor, bütün kalelerinizi kuşatıyor, işte herşey artık muhteşem derken siz, bambaşka biri çıkıyor ardından...siz yüklediğiniz anlamları çekince zavallılaşıyor, eziliyor, manalarınızla ayakta duran o varlık silikleşiyor...çirkinleşiyor, başkalaşıyor, nasıl sevdim ben bu adamı dedirtiyor, saygısızlaşıyor, kabalaşıyor, kırıyor, acıtıyor ve gidiyor...

16 Nisan 2010 Cuma

gitmek...

Sevmem ben gitmeleri, birinden, bir yerden, bir evden, bir işten..gitmeler koyar bana gereksiz melankolizmlerim tutar, maymunluğa vururum işi yalandan, tutarım düğümlenir gözyaşlarım boğazımda...sıklıkla düğümleniyor gözyaşlarım bugünlerde..ailem gibi olmuş arkadaşlarımdan ayrılmak için gün sayıyorum..ailesinden uzak yaşarken insan, arkadaşları olur ailesi annesini bulamaz sarılır arkadaşına, şefkati sevgiyi ondan bekler, derdini tasasını, şımarıklığını arkadaşına yapar..bu adı geçen arkadaşları her sabah allahın emri şeklinde geldiği ofisinde bulabilmesi ise gerçekten çok büyük şanstır ama hayat çok acımasızdır, bilirsiniz. Profesyonel hayat denilen saçmalık, sonra hayatın getirdikleri, kariyer zırvası gibi kavramlar yüzünden ayrılmak zorunda kalmak acı acı koyar insana..ince ince akar gözyaşları, sabah gelince akşam olanları kime anlatacağım, hangi masaya yatıracağım krizimi, kimle güleceğim, kimin eteğini açıp saçını çekeceğim soruları uyutmaz...insan sevdiklerinden hiç ayrılmak istemez, ama öyle acımasızki hayat ayırır sizi sevdiklerinizden bir şekilde...minik lükslerinize bile göz koyar şaşkın hayat, istemezsiniz vedalaşmak, ama o an gelir çatar işte...işte ben bu yüzden hiç kimseden gidemem. Nerede olursa olsun o ayrılıklar, sevgiliden ayrılmak gibi gelir bana hep..küçük bir kız çocuğuyken saklanırdım hep masa altlarına ve dolap içlerine, işte yine o hisler içerisindeyim, alıcılarımı vericilerimi kapatıp oyuncak bebeklerimle girip masanın altında salak salak oturmak istiyorum. Bu hissim hiç geçmedi benim, hep saklanmak istedim masa altlarına, vedalaşmaları sevmem ben. Hadi bayy diyip kaçmak isterim olay yerinden en kısa zamanda görüşülecekmiş gibi..öyle olmaz hiçbir zaman, annenden ayrılmak, en yakın arkadaşlarından ayrılmak, sevdiğin adamla vedalaşmak bunlar çok acıtır hep benim içimi...dünyanın dengesi mi dersiniz hayatın getirdiğimi mi, olması gereken mi yoksa benim içinden çıkmak istediğim bu saçma fanus mu bilmem...ama ben hiç sevmem vedalaşmaları...şimdi iki senemi tamamladığım şirketimdeki son günlerimi geçirirken, duvardaki dileğin yazdığı notları toplamak, sevcan ın yapıştırdığı kedi köpek bebek resimlerini çıkarmak, doğumgünü kartımı, 6. ayın kutlu olsun notlarımı temizlemek, 2 yıllık çekmecemden, zaman zaman bozulan bilgisayarımdan, silmem gereken maillerden ayrılmak yine benim içime dokunuyor...hayat bizi nerelere sürüklüyor oysa nelerde ölüyoruz biz...hayatı programlamak anlamsız, kariyer hedefleriniz komik, tatil planlarınız hayal..evleneceğiniz adamı merak etmek heyecanlı, yaptığınız yemekler sürprizli..ama hep merak...getiriyor hayat, çıkarıyor dımdızlak karşınıza gerçekleri ve siz sadece olanı kabul edip yaşamak zorunda kalıyorsunuz...işte ben bu yüzden hiç kimseden gitmeyi sevmem, bırakırım kendileri gitsinler...oluk oluk akan gözyaşlarıma üzülürüm, kendime kırılırım ne yapıyorum ben diye, yolculukları da sevmem bu yüzden, bir yerden ayrılmayı sevmem...işte bu yüzden sadece adaları severim ben, kendime benzetirim yalnız ve hüzünlü gelirler bana içerden içerden...benim gibi ait oldukları yerden kopmuş parçalar olduklarından belki, ama adalardan da ayrılmayı sevmem ben...işte ben bu yüzden vedalaşmak hiç istemem...

30 Mart 2010 Salı

kadın ve kuaförleri...

Her kuaföre gidişimde başka bir kafayla, oradan ayrılırken başka bir kafayla ayrılırım.Kadınlarla kuaförlerin ilişkisi komiktir.Kadınlar hamamından tek farklı kadınların biraz daha giyinik olmasıdır. Fakat inanın değişen bir şey yok. Dükkan sahibi kuaför abi/abla zaten mahalledeki bütün kadınların hayatına hakimlerdir. Kim kimle yatmış-kalkmış, kim evini taşımış, kim daha kıllı tüylü, kim kimin sevgilisini elinden almış, kim evde kalmış kim koca bulmuş her gündeme hakimdirler. Kuaförde hangi kadının kocasıyla 1 aydır yatmadığından tutun da, kimin selüliti var kimin yok, kimin çocuğu olmuyor herşeyi istemeden öğrenirsiniz ve işin pis tarafı muhabbete sürekli sizi katmak isteyen birkaç teyze abla oradadır. Burada mı oturuyorsunuz ile başlayan sorular ne iş yaptığınıza, evli mi bekar mı olduğunuza varır. Varmakla bitmez evliyseniz çocuk var mı bekarsanız kah bekarlık güzel şey tadını çıkar, kah yok mu erkek arkadaşın sorusuna kadar uzanır.Ayağa kalkarsınız boyluymuş maşallah diye yorum gelir.Daha 5 dk önce orada kaş aldırmak için bekleyen kadınların muhabbetlerini duymak zorunda kalır 5 yıllık arkadaş zannedersiniz. Sonra da iyi günleer der çıkarkar. Arkadaşlık sıra bekleme arkadaşlığıdır aslında fakat birbirlerine hayatlarının en ufak detayını bile anlatmakta sakınca görmezler.Türk kadınlarının gevezeliğinin ve dedikoduculuğunun tescilleneceği en uygun yer hiç şüphesiz kuaför salonlarıdır.Bir yandan ojenizin kurumasını beklerken kendi kendinize düşünebilirsiniz kıllarım ve tüylerimle uğraşmasam bu işkenceyi çekmesem acaba vücudumda Türkiye meşe ormanlarını mı biriktirsem dersiniz. Değiştirdiğiniz kuaförde de durum değişmez. Yorum yapmadan sessiz sessiz köşenizde oturduğunuz için neler görürsünüz neler..benim kızım çok hanımdır diyen annenin diğer yanda sevgilisine telefonda bu gece sende kalayım mı diyen kızından tutun da 120 kiloyum övünerek bikini giyiyorum diyen kadının bikinili görüntüsü gözlerinizin önüne bile gelir. Çoğu zaman kocalarına acıdığınız bu kadınların kuaför işlemleri hiç bitmez. Ya onlar kadın değildir ya da siz. Ayda bir kere bile uğradığınızda aynı ablaları orada gördüğünüze şaşırmayın, akşam iş çıkışı gitseniz bile teyzenin biri saat 12 den beri orada oturmuş gelenle gidenle muhabbeti koyuyor olabilir. Mahallenin istenmeyen gelinlerinin hikayelerine yakından tanık olacağınız kuaför salonlarında kadınlar genelde bezgindir. Hepsi dünyanın yükünü omuzlarında taşımaktadır, hepsi doktordur durmadan ilaç tavsiyesinde bulunurlar. Zayıf kadınlar ortalıkta daha çok salınıp boy pos gösterirler.Kuaför salonlarına tahammül etmek zorunda olan benim gibi zavallılar için ise kuaföre gitme günleri çok acımasızdır...işe gitmek kadar beter birşeydir kuaföre gitmek...hepinize sıhhatler olsun:)

28 Mart 2010 Pazar

kendiniz için bir şey yapın...

Kentin en güzel semtlerine imza atmış olmaktan mıdır nedir, bir tatlı huzur bu gece içimde...üstelik pazar en çirkin yüzüyle karşımda öylece dururken, hatta beni içine alırken, Sultahmet'in büyülü güzelliği pazarın fendini yeniyor bugün...güzel bakınca güzel mi görüyor gözleri insanın? Ve artık aşık olmak gerekmiyor güzel bakmak için bünyeye..eskiden aşık olduğumda bakabilirdim bu gözlerle..vazgeçtiğimden beri daha güzel bakıyorum bu gözlerle dala,kuşa,çimene,çocuğa...İstanbul hikayemin başlangıç noktasındaydım bugün. Tam da annemin beni bırakıp gittiği yerde. Beni bırakıp gitmişti tam orada Sultanahmet'te, yurduma yakın bir yerde. Artık dönme vakti gelmişti ve benim kendi kanatlarımla yapayalnız olarak uçma zamanım...yine acılı bir vedaydı beni bırakıp gittiğinde işte tam o yerde, okulumun konumlandığı Nişantaşı'na bile nasıl gidilir konusunda hiçbir fikrim yokken henüz, ilk zamanlarda ağlanır demişlerdi...ağlamıştım annem gittiğinde, yalnızdım ya artık..sonra kaynaşmıştım yine Sultahmet'te o kızlarla dolu yurtta bir çok kızla, Seda'ydı onlardan biri, 10 sene sonra aynı yerdeydik bugün fotoğraf makinalarımızla, algımız farklı,kocaman kadınlar olmuşuz,sırt çantalı "haydi taksime"tadındaki o ufak üniversiteliler yok artık.Tarihi eserleri filan inceliyoruz,meraklıyız her taş parçası üzerinde 15 dk tartışıyoruz, böyle miydik halbuki?Üzerinde sabit 15 dk konuşabileceğimiz tek konu aşık olduğumuz adamlardı eskiden..ve gidilecek semt olarak sadece Beyoğlu vardı koskoca istanbul'da.Eğlenceydi, hareketti, renkti... Sultanahmet sıkıcıydı,buram buram müzeydi,fokur fokur tarihti.Çekilmezdi.Tek sevdiğimiz şey yakışıklı yabancı çocuklardı sokağa çıktığımızda Sultanahmet'te..bugün yeniden bambaşka gözlerle gittik oraya,anılar depreşti,Dikilitaş'ın önünde eskiden yapıldığı gibi kikirdendi...şunu hatırladın mı, burayı hatırladın mı? "o cafe nerde aa yok yıkmışlar"tadında hüzünlenmeler "mısır yemiştik cırcır olmuştuk hani"ler..bu şehrin en güzel semtine imza atmak ne güzel..insanın istanbul masalının olabilecek en güzel semtte başlaması ne güzel şey...

Alışkanlıklarınızı değiştirin,Bebek'te,Hisar'da,Arnavutköy'de o trafiğe girerek hafta sonları yaptığınız kahvaltılarınızı askıya alın,kendinize bir güzellik yapın Sultanahmet'e götürün kendinizi,Cankurtaran'da kahvaltı yapın,sokak aralarında fotoğraf çekin, tarihin yumuşak beşiğine bırakın ruhunuzu, o eski evlerde kimler yaşamış yıllar yıllar önce onları düşünün, o çalılıkların arkasında ne fitiller alevlenmiş, Topkapı Sarayı'nın bahçesinde gizlice ne büyük aşklar yaşanmış, aşıklar nerelere saklanmış, buluşma köşeleri nereler olmuş düşünün... yaşanan aşkları, yasak sevdaları düşünün, dalın sokaklara, bu evlerde kimler yaşıyor diye merak edin...sonra gidin bir güzel köfte yiyin Sultanahmet Köftecisi'nde, oradan Çorlulu'ya uzanın şöyle keyif nargilenizi söyleyin..ruhunuzu dinlendirin Yerebatan'da...ve sonra bana teşekkür edin...iyi pazarlar:)

26 Mart 2010 Cuma

gitme...

ben bu yüzden hiç kimseden gidemem...gitmem...gidebilsem üzülmeyecektim belki..gidebilsem boncuk boncuk dökülmeyecekti gözyaşlarım.Gözyaşlarım her döküldüğünde onlara üzülürüm ben. üzüldüğüm olayı dışında bırakarak "yazık size gözyaşlarım yazık size gözlerim haketmediniz siz bunları" diye diye ağlayarak ağlama efektimi 2 katına çıkarırım. Benim huyumdur ya zaten üzüntüleri hayatıma çekmek..

sanki normal kadınlar için olan durumların dışındaki durumlar için yaratıldım ben.Sanki kadın ile erkek arasında gaylik dışında bir cinsiyet varmış, bende o cinsiyettenmişim..Sinemada elele tutuşmayı kıro bulurum, sevdiğim adamın ülkeden gideceğini öğrenince ortamına, çevresine, herşeyine koyar katıla katıla zırlarım..sahi neyim ben? romantizmle sahtecilik arasında sıkışıp kalmış sihirbazın şapkasındaki tavşanım belki..bu yüzden işte vedalaşamam ben.Gitmeler ağır koyar bana, kimseden gidemem, veda sahnelerinde daralırım, nefessiz kalırım izlemeye, yaşamaya, görmeye dayanamam. Ağırı geldi başıma bu kez..adam gidiyor..benden gitmesinden daha beter bişey varmış işte. Öyle varlığın ne kattıki yokluğun ne götürsün gibi baba laflar etmemek lazımmış, her defasında beni sınayan hayat bu cümleyi de gözüme soktu! kendisine teşekkürler...şu kadın olmayan yüzümü bana yine yine yeniden gösterdiğin için teşekkürler sana hayat...gitmeler her türlü koyuyor bana..demekki aynı şehiri bırak, misak-ı milli sınırlarında olması bile yetiyormuş bana adamın..gidiyorum ben dedi. Nereye dedim..fakat o nereye sorusu sanırım ağzımdan çıkmadı boğazıma kadar gelip ses tellerime çarpıp geri döndü karşıda bir efekt yarattı ve Amerika! dedi. Adam. Nasıl..kaç günlüğüne diye sorarken aslında biliyordum cevabı ama ben böyleyim acıyı duymak isterim ya hani...temelli dedi...kaç günlüğüne diye sorarken yine ağzımdan çıkmadı o soru aslına bakarsanız..midemden ya da pankreasımdan çıkmış olabilir.Ama asla ağzımdan çıkmadı. Benim ağzımdan her türlü küfür çıkabilir fakat gitmelere dair cümleler kurup sorular soramam ben...gitmee..dedim..özlediğim sesiyle, acı veren kararı arasında hangisine üzülüp neye sevineceğimi bilemeden tutuldum, düşüncesi bile dilinin sınırlarına çarpan ağzından kelimeler taşan aynı anda 38 şey düşünen ben.. konuşamadım..boğazıma dizildi kelimeler zaten sonra da gözyaşları dizildi....bunca zamandan sonra sesini duyduğuma mı sevinsem yoksa gideceği için mi üzülsem...sevindiğim şeylerin kısa ömürlü, üzüldüğüm şeylerinse ölümsüz olmasından sıkıldım aslında ben...o artık daha mutlu olduğu için derinlerde bi sevinme hissi beliriyor. İşte o mutluuu...artık mutlu artık amacına ulaşıyor...diyor iç ses ama iç sesin alt metninde kan gövdeyi götürüyor...
ne kadar kalacaksın diye yine bir iç organdan bir ses çıkıyor, allahtan adam beni tanıyor da anlıyor, çok diyor..en az 2-3 sene..onu artık görememe korkusu yerleşiyor bünyeye...o döndüğünde evlenmiş çocuğumla oturuyor olur muyum diyor insan, yoksa hala onu seviyor mu olurum diyor..hayat sürprizlerle dolu ve asla yarın karşımıza ne çıkacağı belli olmuyor..o gidiyor..hayat yanıltıyor...hayat yanıltmanın ben yanılmanın ustası oldukça yeniden deniyor ve deneniyorum...gitme ayrık otum gidersen ben şimdi kahvaltı yapıcam sen ne yedin? diye kime sorarım ben..kime paralel kanal açtırırım...ben içerken senin kahvaltı yapıyor olman hiç sempatik değil..

Amerika da sıkılırsın sen...gitme...

16 Mart 2010 Salı

modern

birgün geliyor alıyor o kirli ve umutsuz geçmiş.... ve malesef yaşanmışlar yaşanacakların referansı oluyor hayatta..."oysa bilmediğin birşey vardı sevgilim ben sende bütün aşklarımı temize çektim" diyor şair..ardı arkası tamamı gelmiyor...temize çektik de ne oldu demiyor kadın...? Hadi sen çektin adam ne yaptı? Adam da ah canım aşkım teşekkürler bütün aşklarını bende çektiğin için mi diyor? İnternet çıktı mertlik bozuldu madem bu alemde... bir tıkın ucunda artık burada bütün aşklar, gerçekten sevmiyor kimse, sevenlerin tarih boyunca canı acıdı, konuşursam acıtırım diyorsun adama, severim acıyı diye cevap veriyor dallama! bizde ne ararsan yok artık...aşkın en sinsi dostu gurur, kıskançlık, mantık maşallah hepsi yok. Bizde ne var? Bolca hırs, bol bol sahtelik...sahte olmazsan kadınların doğuştan getirdiği yetenekten bile mahrum kaldığını söylüyorlar üstelik...doğduğundan beri ilk kez kendinle aynı frekansta bir adam mı buldun, filmlerdeki gibi mi oldu, mutlu mu oldun, kalıba uydurmaya çalışmadan adam zaten kalıbında mı çıktı? Ne sandın adam da seni sevecek ve episode 3 mü çekilecek? pembe panjurlar, seçilen gelinlikler?? öyle olmuyor şekerim burada bizim aşklar...adam senin canını dibine kadar yakarken, kendini en yakın sahilden denize dökmek istiyorsun, hatıralar yerine umutsuzluklar sarınca dört bir yanını, meydanlara çıkıp bağıramıyorsun, saklanabildiğin en koyu renk battaniyenin altına giriveriyorsun, haydi size modern şehir kadınının kanayan yaraları..kendinden bulan..bulamayan..ısrar etmeyin bu yazı yalnızca benim için...fişimi çekmek istediğim dönemlerden birinin merkezindeyim..zaten ya kenarındayım ya da merkezinde hiç dışında olamıyorum..doğuştan bunalım mı diyorlar benim gibilere? Siz ne dersiniz? Gerçi umrumda değilsiniz...kendimce uydurduğum ve eğlendiğim sıfatlarımın bile içi boşaldı, kapıcı karısı gibi pozlar verip duvarlara poster oluyorum artık. üstelik kelimeye dökülen her cümlem anlam kaybetti, aslında ben kelimeye de değil sms e döktüm biraz cümlelerimi de adam tamam daha fazla süsleme, küfür et rahatla dedi. Küfür etmek, eteğindeki taşları dökmek boş işler..allah belanı versin sevsene beni şerefsiz demek istemiştim oysaki sadece...trajikomik kadınım galiba biraz. Hani her işte vardı bir hayır? ulan hepsinden bir hayır alacağım varsa şu anda hayatın bana çok hayır borcu var...Allah belanı versin madem ruhumu anlıyorsun sevsene beni! Oturup artılarını ve eksilerini kağıda mı yazayım içinden çıkar mıyım eksilerin daha fazlaysa bir çizgi de senin üzerine çeker miyim yavrucan?

insan insanın canını yakıyor, insanı yakıyorlar burada. Siz küllerinizden de doğarsınız..sağ olun uzak olun..Allahın belası sevsene beni!!!!

24 Şubat 2010 Çarşamba

içimde ağaçlar devriliyor...

Sizin içinizdeki bütün camlar kırıldı mı hiç? Ağaçlarınız devrildi mi kalbinizde sıra sıra? Benim devrik cümlelerim değil, artık devrik ağaçlarım var. Bazen kavanoza girmek ister ya insan, aylarca çıkmak istemez ya, ya da morfin almak ister örneğin sadece dinlenmek için..ben çocukken hep masaların altına saklanırdım, ya da dolapların içine...hep saklanacak biryerler bulurdum da, şimdi yok saklanabileceğim bir yer, şeffafım, buradayım, hiç olmadığı kadar beceriksizim ve içim cam kırıklarıyla dolu...gitmek istiyorum sadece gitmek oradan, buradan, ondan, bundan heryerden basıp gitmek, arkama bakmadan gitmek...

bazen çoktur ya insan, çok olmaya çalışmak bile gereksiz aslında çoğu zaman... karşındakinin algısı kadarsın sen çünkü. Sen çoğal, mitoz bölün, mayoz bölün karşındakinin seni anladığı kadarsın işte! beni neden anlamadı beni hiç anlamadı ben bunu haketmedim gibi cümleler banal..sex and the city dünyası için demode...kim kimi anlıyorki buralarda? Kim kimi sonuna kadar anlamış ki...genelde sizi anlamayan insanları seçersiniz zaten aşık olmak için öyle değil mi?

Sizi bir benzeriniz yaşatamaz çünkü ancak öldürür. Ama kendi özelliklerinize tamamen zıt birini bulur ona aşık olur sonra beni anlamıyor diye zırlarsınız. bir de sizi anlayan ama onaylamayanlar vardır onlara aşık olmak çok daha kötüdür. Ama bu varlığı bir şey katmazken yokluğu bir şey götürmeyecek adamlar için zırlamayın...değmiyor...

Önceleri sabah yataktan çıkmaz istemezsiniz duvar, yorgan, çalan alarm hepsi üzerinize gelir, tanımsız bir mide bulantısı ama bulananın mideniz olmadığını farkedersiniz..bütün organlarınız bulanıyordur..aşırı alkol alınmış bir gecenin sabahı gibi..ağrılı bir baş..artık beklemediğiniz telefon..saate bakarsınız işe geç kalıyorsunuzdur. Geceleri zor uyur, sabahları zor uyanırsınız..iç muhasebe bitmek bilmez. Birkaç gün karşı tarafı sizi anlamadığı için ve daha birçok neden için suçlarken birkaç gün sonra güzel şeyleri hatırlamaya başlarsınız ve kendinizi suçlamaya..asıl zor olan yine yataktan kalkabilme kısmıdır. Sizi hayata bağlayan, hergün nefret ederek gittiğiniz işinize bağlayan, tek minik motivasyon da yokolmuştur artık. Bütün günü tavanı seyrederek geçirmek istersiniz...kız arkadaşlarınızın cümleleri teselli olmaz..bilirsiniz geçeceğini ve işte bu noktada kavanoza girmek, masanın altına saklanmak ya da birkaç hafta morfin alıp şuursuzca yatmak istersiniz. Önce şaka gibi rüya gibi gelir, hani sevdiğiniz yakınlarınızı kaybettiğinizde alışamadığınız o his gibi..sonra algılamaya başladıkça yokluğunu o boşluk büyür..büyür..içinizdeki kara delik büyüdükçe etrafınıza bakmak, denizi, güneşi yakışıklı adamları bile görmek gelmez içinizden. Etki etmez dost sohbetleri, keyif vermez en keyifli rakı balık masaları..."zaman herşeyin ilacı"derler..giderler.Bilirsiniz evet, zaman ilacıdır herşeyin..içinizde sıra sıra ağaçlar devrilmeye devam ettiğinde bilirsiniz o ağaçların yerine yenileri gelmeyecek...hasar üzerine hasar gören kalp artık yorgun, halsiz ve bitkindir..zaman gerçekten herşeyin ilacı ve insanoğlunun en yavşak özelliği "unutmak"tır.Unutur devam edersiniz yola...sonra güneşli bir sabah uyanır devam edersiniz güne...sürprizlerle dolu hayat yeni sürprizlerini sunar size..bir arkadaşınız yaklaşır..der ki"seni öldürmeyen herşey seni güçlendirir"..bir tebessüm eder yudumlarsınız kahvenizi. Çünkü aşktan asla ölmezsiniz. İçinizde devrilen ağaçlar size beyaz kağıtlar olarak geri döner... ağlıyorsanız ağlamayın, üzülüyorsanız üzülmeyin, değmiyor. Herkes aynı acıları yaşıyor. Hem de binlerce yıldır...

8 Şubat 2010 Pazartesi

Black monday!

Pazartesiden daha kötüve dayanılmaz olan şey pazar gecesidir her zaman...pazartesi başlayınca biter ama pazartesi sendromu bitmek bilmez. önemli olan pazar gecesini atlatmaktır. Bu sendrom için tıp dünyası, bilim çaresiz mi kalıyor? Kansere çare buldular pazartesi sendromunu hala çözemediler..sendrom sendromdur halbuki...

Pazartesi için şarkı yazıldığını gördünüz mü hiç? İsmail YK yazmadığı sürece hiçbir insan evladı tarafından yazılabileceğini düşünmüyorum. Pazartesi geçmez, stresi cumartesiden bile başlayabilir. O pis sendrom sizin hafta sonunuzu bile elinizden alacak kadar dayanılmaz bir illettir. tıp dünyası bu illet karşısında çaresizdir. Her türlü depresyona minik beyaz hapçıklar ile çare buldular. Mesela her pazar içilebilecek bir hap olsa ve ayaklarımızı yerden kesmesin istemez sadece pazar akşamını çekilir kılsın. Anlamlar yüklemek, beklentiyi yükseltmek istemem. Bu pazartesi sendromu o kadar güçlüdürki sendrom bile değil bildiğiniz kara depresyondur. Hem kadın olmak hem pazartesiyi yaşamak ise daha büyük felakettir. Hem oje sürmeniz hem ütü yapmanız hem kaşınızın saçınızın düzeltilmesi hem manikürünüzün filan olması gerekir. Fakat battaniyenin altından çıkmak bilmeyen acılı bünye için bu tatlı aktiviteler bile işkenceye dönüşür, oje sürmek halı silmek ile eşdeğer bir azaptır cımbızla aynayı eline almak istersin o ayna ağırlaşır ağırlaşır kaldıramazsın...Aklı başında yöneticiler olsa ülkenin başında pazartesiyi hafta başından kaldırırlar. Bilsinler ki pazartesi kalktığında geri kalan 4 günden x 3 verim alacaklar. Ama nitelik değil nicelik önemli olduğundan salaktırlar, kaldırmazlar. Hükümete saldırmak istemiyorum apolitik durmak isterim ama bana bu sıkıntıyı yaşatan temizlemesini de bilecek kardeşim!

Pazar gecesi uyuyamadığınız gibi sabah genelde uyanamazsınız. Stres bilinçaltınıza işler sizi esir alır, bilirsiniz ki ertesi gün güllük gülistanlık olmayacak hiçbir şey. Sürüne sürüne ofise gidilir, darmadağın suratla inbox açılır ve abuk subuk bir yığın maile tek tek cevap verilir. Ama gün bitmez..bitmez..siz bitersiniz, ama pazartesi bitmek bilmez...

5 Şubat 2010 Cuma

Flu ya da net..erkek erkektir

Net adamlar ya da olamayanlar...

Flu adamlarla karşılaştınız mı? Bencil demiyorum kabalık olmasın diye. Bildiğiniz bencildir bunlar. Ödü kopar onu seven kadını kaybedecek diye, kim istemez hergün halini, hatırını, kolunu, bacağını, işini, gücü, karnını, midesini açlığını düşünen bir insanı? İnsanız en nihayetinde..İnsanoğlu özünde sevmez yalnızlığı.İlgiye ihtiyacı vardır en domuz olanının bile...En umursamadığınız hayranınız size sırt çevirirse, 3 gün, 5 gün ya da 3 ay sonra dönüp bakarsınız değil mi? Nereye gitti bu adam/kadın dersiniz..bir yoklarsınız, yerinde mi diye..Sevgili yaptım derse içiniz buruluverir değil mi, hala yalnızsa kendinizi hatırlatmanın huzuru içinde devam edersiniz yola...Bu bencil adamlar da böyledir işte...depresyondadır örneğin 2 cümler eder enerjisini yükseltirsiniz, gider o enerjiyle yeni bir kız bulur. Siz de salak salak sevinirsiniz değil mi? "Neyse biraz kendine geldi çok sevindim" dersiniz. Çünkü salaksınız. Siz ağlamaktan mutfağa bile gidemiyorken o gelip size moral veriyor mu? Bırakın gebersin şerefsiz:)

Bir bebekten bir katil yaratmak ile bir sümsükten bir prens yaratmak arasında hiçbir fark yoktur bana göre. Adamları pohpohlayıp, kendilerini önemli hissettirip pazara sunmayın lütfen... Mümkün olduğunca önemsiz olduklarını hissettirin. Bu net olmayan hiçbir yola gelmeyen ne olduğu anlaşılmayan sevgili desen sevgili değil, arkadaş desen arkadaş değil..tırmalamayın boşuna balık baştan kokar:)..Enerjinizi dikiş kursuna gitmeye ya da örneğin golf öğrenmeye filan verin. En azından elinizde bir hobi kalır. Bu dallama herifler gidince de kaybedilmiş binlerce beyin hücreniz ve çok lazım olan nurtopu gibi acılarınız kalır geriye... Bu adamları şöyle tanıyabilirsiniz, size dönem dönem ayar verirler, aramazsanız bir süre, sizi ararlar, iki sıradan kelam ederler, naber nasılsın derler, sizin ayaklarınız yerden kesilir. Telefonu kapatıp sırayla bütün kız kankalarınıza haber verirsiniz. Facebook statünüze de mutlu ruh halinizi yansıtan bir cümle çizittiriverdikten sonra adam yine gitmiş, elleriniz bomboş kalmıştır.

Bu adamlara şu sorular sorulmaz. "Neredeydin, neredesin, görüşelim mi" gibi "hassas" sorular sorduğunuzda baskı yapıyor olmakla suçlanır neye uğradığınızı şaşırırsınız. Geçmişinizi, önceki ilişkilerinizi, sorgular, "hep benim yüzümden" diye düşünüp gerzekleşip işe yaramayan kişisel gelişim kitaplarınıza kapanıp "enerjinizi değiştirmeye" çalışırsınız. Değişmez bacım o enerji. Kabullen rahat et. Salaksın işte!

Bu adamlar işleri düşünce yağ bal kaymak olurlar. Sizden güzeli, sizden seksisi olmaz. Sonra yine adam gider...o telefona yapışır çaldı da ben mi duymadım diye aptallaşır, bir ses beklersiniz..günler sürer bu süreç. Ağlama nöbetleri gelir, saatlerce tavan seyredilir, insalıktan çıkılır...kızlarla buluşup kriz masası oluşturup toplu kriz geçirmeler bitmezzz..biri gider ikisi gelir, bir bakarsınız ev kız kaynıyor..Doğum yapsanız bu kadar kız gelmez... sonuca geel...her şey başa sarar..o dallama bigün çıkıp gelir ve size der ki; benim artık bir kız arkadaşım var birbirimizi aramasak iyi olacak.

Bu duruma düşmemek için bu tip adamlardan uzak durmak gerekir. "takılma" kavramına da hiç bulaşmamak gerekir bu sebeple. Kalbinizin haddini, enini boyunu bilmek gerekir..Bir de net adamlar vardır..
Çatır çatır konuşur, kırar, ağlatır...özgüveninizi aşağı alır...ama bitirir. Süründürmez.
1 ay sonra telefonda..."Seni kaybetmediğime sevindim" der...ışıltılı sesi dağınıklığınızı toplar..."öküzüm ben biliyorum, üzdüm seni" der...Sonra o da gider....

Diğer seçenek normal adamlar. Onlar da evlendi.
Hepinize geçmiş olsun :)

3 Şubat 2010 Çarşamba

Bir adam sevmek...

Belirsizlik iyi değildir. Bir söz vardır hani; "korkulu bir son sonsuz korkulardan iyidir"...
bazen vazgeçiyorum kurcalamaktan..bazen sorguluyorum..Aslında en büyük ilkelliğimi bu sorgulamaları yaparken yaşıyorum..Aşk söz konusu olunca biz kadınların beyni beyincik oluyor. Aslında beyincik de kullanılmıyor, hani varolanı kullanılsa belki daha doğru karar verilecek. Beyincik ve xl kalp arasındaki köprü kopuyor bağ gidiyor. Erkeklerin pipileri ve beyinleri arasında olmayan köprü bizim de kalbimiz ve beynimiz arasında kesinlikle devre dışı kalıyor...

Bu beyin lazım olduğu yerde çalışmayacaksa, işime yaramayacaksa "ya şebnem geç bu adamı yaramaz bu adam sana, next diyemeyecekse" neyleyim ben bu beyni? aman da akıllıymışım da zeki kızmışım da...ay ben göremedim daha bir faydasını?

Kullanılmayan beyin beyin değildir. Kaygılarımız, etrafımızda gördüğümüz şapır şupur ilişkiler, korkularımız, yalnız ölme fobimiz biz kadınları birer canavara dönüştürüyor. O hassas narin varlıkların içlerinde tartışmasız birer chucky yaşıyor. Yaş ilerledikçe paralelinde chucky de büyüyor, gelişiyor... sonunda 40 yaşında ve bekar kaldığımızda, arabaya doluşmuş zeytinburnu tayfasından, servis yapan garsona kadar herkese "neden olmasın" gözüyle bakmaya başlıyoruz. Mutluluk eğer 40 yaşında ve yalnızsan içinde filan değil kardeşim basbayağı yarım kalmışsın işte! Çocuk doğurma yaşın geçmiş, evinde çoraplarını yıkadığın "aşkıııım lacivert pantolonun kirli mii yıkıyoruum" dediğin bir kocan yok..he yaa mutluluk içinde! göster bakim sen bana o mutluluğu.

Kadınlar doğdukları günden itibaren baskılardan baskı beğeniyorlar..önce 3 yaşındayken "kapat evladım pıtını kızsın sen pişt çok ayıp kapat" ardından 5 yaşındayken " çocuğum düzgün otur külodun görünüyoor" 8 yaşındayken "okulda oturup kalkarken dikkat et kızım" 12-13 yaşındayken "regl mi oldun ammnman allahım kimseye söyleme bu çok ayıp bişey" aşık mı oldun aman tanrım tam olarak "sen daha çok küçüksün, büyü sonra aşık maşık olursun bacak kadar boyuyla aşk diyor" diyen annelerimiz...sonra 17-18 yaşında etrafını kollayan biri arayınca "kimdi kimdi? Kim o çocuk? ne demek için aramış bu saatte bana bak dikkat et baban duymasın!" diyen annelerimiz...üniversite süresince "bul birini okurken bitirince evlen, sonra bulmak zor olur" diyen ananelerimiz...ve sonra ne zaman evleniyorsun diye soran ve yıllarca soran anneler..teyzeler..halalar..onların arkadaşları, onların arkadaşlarının arkadaşları...

Bunca baskıdan sonra sağlıklı ruh halleri beklememek lazım belki biz zavallı kadınlardan...bir de olayın diğer erkekler boyutu var ki 14-15 yaşında hayatınıza girip size hayal kırıklığı, güvensizlik, terk edilme, aldatılma gibi hislerin hayatta olduğunu uygulamalı olarak gösterirler..Sayıları binlerce olup mitoz bölünme ile çoğalırlar. Öyle hadi ben de yaşadım, sıramı savdım, acımı çektim efendice diyemezsin bir sonraki eleman arkasında bekler, ruhun bile duymaz. Hepsinden çeşitli kazıklar yersin, ama beyinsizsin ya anlamazsın yine istersin. bunlar birikir birikir birikir...hala evlenmemişsindir. Bavulunda bir tabur erkek, ellerin bomboş, kanadın kırık, aşk şarkıların ipodunda öyle mal mal bakarsın etrafına. Kız arkadaşlarına anlatır, onların benzer sorunlarını dinler, iyice göçersin.."Ulan hepsi mi aynı" dersin. Enerji filan sizlere ömür. Sonra kitaplar çıkar çeşit çeşit..kişisel gelişim reyonunda bunlardan onlarcasına rastlarsınız ve umut fakirin ekmeği ayağına hemen birkaç adet edinirsiniz. O kitaplar hep aynı şeyi söyler. "Siz seçtiniz o adamları, bu hayatı aldatılmayı, terk edilmeyi, kalıcı hasarlarınızı hep siz seçtiniz" gerizekalı kitap neden ben seçeyim "sadomazo muyum? hasta mıyım?"...Beyinsiz kadın yine oturup düşünür..saflığından inanır. Evet belki ben seçtim der. Kitaplardan yığınla okur, enerjisini değiştirmeye çalışır bu ticari oyunun çarkına girer, embesil yazarı zengin eder... Yılların enerjisi değişir mi öyle 3 ayda, değişmiyor.

Sonra kitap fırlatılır..varlığı bir şey katmayan yokluğu bir şey götürmeyen kendine hayrı yok adamlardan biri aranır...suratta kocaman bir gülümseme..içeride paramparça bir kalp.."naaaber yaaa"
.......

Diyet günlüğüm/3. gün

Ağızlara layık ömür törpüsü diyetimin bugün hayırlısıyla 3. günündeyim. Hatta 3. günü devirmek üzereyken sizlere bu muhteşem romantik satırları yazmaktayım. Çeşitli yeşil otları yemekten rüyamda bir dal roka olarak dans ettiğimi görüyorum. Ama dal kelimesi ne kadar da cici ve motive edici değil mi? Motivasyonum arttı vallahi....Bugün canımın istediklerini sıralıyorum: Dilek'in kadıköy'den aldığı brovni ve çeşitli kek kurabiyeler..aaah o 5 çayında o karbonhidratratları mideye indirmenin keyfini başka hangi aşk verebilir insana...hangi erkek sizi o kadar mutlu edebilir? Hangi tek taş ayaklarınızı o derece yerden kesebilir? Fakat ben kereviz çorbası ile yetindim. Üzerine de bir yeşil salata. Diyet listemin büyük sırlarını sizlerle paylaşmayacağım.Çünkü yok. Açım kardeşim! bildiğin açım! açlıktan ölüyorum işte lafı uzatmaya gerek yok. Gözlerim kararıyorrr.. tansiyonum düşüyoor...Varoluşumu sorguluyorum her saat başı"ulan ben bunu yiyemiyceksem neden geldim bu dünyaya"..ve içsel yolculuklarım diyetimin rehberliğinde devam ediyor...

2 Şubat 2010 Salı

Romantik komedi

Romantik Komedi'nin galası rengarenk ünlüler geçidi olmakla birlikte dekoltesi aşırı, keşfedilmeyi bekleyen, yapımcılara "sizin yatağınızdan geçmeden olmaz,biliyorum" mesajı veren kızlarla doluydu...Çeşitli yapımcıların etrafında dolanan çeşitli genç kızlar, filmin formatına uygun tipler olduklarından da bir bütün halinde izledik gitti filmi...öncesiyle komedi sonrası ile romantik tatlı bir film...:) "Film bizi anlatıyor" demek çok mu klişe? kimi anlatsın dimi köydeki zekiye teyzeyi mi anlatsın? :)) Ama ne yapalım zaten arkadaşım oynuyor Dünyayı Kurtaran Adam olsa bana yine Oscar adayı görünür. Kuzgunla yavrusu hesabı:) 20'li yaşların sonundaki genç kadıncıkların rutin hikayeleri anlatılanlar...Taktik yapsam mı yapmasam mı tadında, enerjimi aldın verdin diyen bir Sinem Kobal, gerçek hayatının fotokopisini oynayan bitanecik arkadaşım Burcu Kara... özellikle "yine mi şarap içiyosunuuuuz "cümlesi bana o kadar tanıdıkki sizlere anlatamam. Günlük hayatında hiç alkol almayan sayın Kara haftada bir o cümleyi bana sarfettiği için içim bir hoş oldu:P Etrafınızda yaşayan kadın ve erkeklerin ortak sorunları ortak dertleri acıları, sevinçleri, terkedenleri, kararsızları, çapkın erkekleri, sümsük erkekleri, saf salak kızları, güçlü kadınları, zaafları, aşkları, ajans sıkıntıları hepsi bu filmde..en yakın zamanda izlemenizi önerir, canım arkadaşımın filmine bol bol gişe gelmesini dilerim:))) bu arada filmin esas oğlanı bence ıssız adamın Cemal Hünal'ı değil yakışıklılığı, karizması ve ses tonuyla film boyunca Dilek'le beni benden alan Engin Altan Düzyatan'dır...:) kız arkadaşlarımın bilgisine...:))

İstanbul'a mektup

Ben seni her halinle çok sevdim canım istanbul, iyi gününde kötü gününde hep senin yanında oldum nankörlük etme. Hastalığında, mutsuzluğunda, trafiğinde, eyleminde, depreminde hep seninleydim öyle değil mi? Peki nedir bu soğuğun canım istanbul? Beni bu soğuklar bu eve tıkılmaların üzerimde uyguladığın baskı, bu asosyalleştirme çabaların..kendimi ergenlik döneminde anne baba baskısı altında ipek ongun okuyan genç kız gibi hissediyorum sayende canım İstanbul..Şurda hasta olurum bi nasılsın demezsin, bari soğuk olma canım İstanbul, nedir bu dondurucu soğuk sorarım sana? Sen bu kadar soğuğu kaldıramazsın, senin yüreğin hava muhalefetine bu kadar zaman dayanmaz. Haddini bil canım İstanbul...Senin bu soğuk buz gibi gecelerinde bin yıllık saçma senaryolarla yazılmış aptal dizileri izlemek zorunda mıyım? Örgü mü öreyim ne yapayım canım İstanbul? 1.500 yıllık senaryolarla yazdıkları dizilerde 40 yaşındaki kadın 25 lik bakire taklidi yapıyor canım İstanbul..ne hallere düşürdün nelere mahkum ettin bizi gör! Ya twitter ya facebook iki ayrı flörtüm. Hep senin yüzünden pis İstanbul!

Diyet günlüğü 2. gün...

Diyet günlüğüm/2. gün: Diyetimin bugün 2. zor günü. Bugün öncelikle canımın istediği şeyleri sıralıyorum; pilav ve şarap. Akşama doğru açlıktan kan şekerim düştü ve başım bi sağa bi sola devrildi. Başımda bir diyetisyen, bir sahiplenen uzman yok, sevcanın insafına kaldım. ye diyo yiyorum yeme diyo aç kalıyorum. Ama kontrolsüz güç güç değildir. Her sene rutin şubat ayında başlayan diyetlerimin bu sene 3. sündeyiz. Amacım her ne kadar verdiğim kiloyu geri almameak olsa da boğazım asla durmuyor. Hayatımın önemli bir özelliğinin iştahıma sirayet ettiğini bilmek çok can yakıcı ve komik :) hayatımda orta kavramı olmadığı gibi beslenmemde de orta kavramı maalesef yok. Ya danalar gibi yiyorum ya da şu an olduğu gibi kan şekerim yerlerde yaşıyorum. Hani insanlar "dün çok yedim bugün yemiycem" derler ya, ya da "biraz dikkat ediyorum" hah o kavramlar yok bende. Geçen gün arkadaşımın guinepiginin muzlu mamasını yanlışlıkla yediğimi söylemiş miydim? ey pisboğazlık nelere kadirsin...Diyetimin 2. gününden şimdilik sevgiler. Bu son yazdığım hayvanın mamasını yeme olayını duyurduktan sonra ne yazma gücü kalır bende..ne insan içine çıkabilecek yüz!